ibrahim@ibrahimberksoy.com.tr

'türkiye Yüzyılı'ndan 'yüzyılın Felaketi'ne-24 (Son)
6 Eylül 2023, Çarşamba
'Türkiye Yüzyılı'ndan 'Yüzyılın Felaketi'ne-24 (son)
Deprem dersleri - son söz ve son bir ders
'Türkiye Yüzyılı'ndan 'Yüzyılın Felaketi'ne-24 (son)

“Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne…

“Kahramanmaraş Depremi” üzerine Düşünceler-24

Deprem Dersleri - Son söz ve son bir ders…

 

1.

Son söz…

6 Şubattaki depremlerin üzerinden yedi ay geçti. O günden bugüne, geçmişte yaşadığımız depremleri de anımsatarak, “deprem gerçeğimiz” üzerine, birbirine eklemlenen 23 yazı yazdım. “Deprem dersleri” alt başlığıyla yazdığım bu yazılarda, bir yandan kendimce deprem gerçeğimizle doğru dürüst yüzleşmek istedim, bir yandan da toplumu bu acı gerçekle yüzleştirmek istedim. Depremlerde, sellerde, yangınlarda, başka doğal afetlerde, savaşlarda, çatışmalarda ateş elbette ilkin ve en çok düştüğü yeri yakar ama sonra o ateş dalga dalga toplum olarak her birimizi yakar, her birimizi derin acılara boğar ve her birimizi büyük bir çaresizlik içerisinde bırakır.

6 ve 20 Şubatta Kahramanmaraş’ta ve Hatay’da birbiri ardına yaşadığımız depremlerde de aynı büyük acıyı, aynı büyük çaresizliği yaşadık, yaşıyoruz.

23 yazı boyunca elimden geldiğince, dilim döndüğünce deprem gerçeğimizle, bizim bu büyük çaresizliğimizle yüzleşmeye çalıştım. Her yazıda, hızla akıp geçen zaman içerisinde gerekli önlemleri almadığımızdan, yapım işlerini bilimsel ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda yürütmek yerine, kamunun etkin denetiminin yokluğunda, üstünkörü yollarla ve iflah olmaz bir kâr hırsıyla yürütmeyi tercih ettiğimizden, önceki depremlerden ders çıkarmak yerine her deprem felaketinde aynı kısırdöngüde ısrar ettiğimizden, bir sonraki depreme kadar unutkanlığı tercih ettiğimizden ve daha buna benzer pek çok şey yüzünden, ülkemizde depremler -ne yazık ki hâlâ- büyüklüklerinden çok daha şiddetli yıkımlara yol açıyor.

Ülkemiz bir deprem ülkesi, ülkemizin her bölgesi aynı zamanda deprem bölgesi. Ülkemizin güncellenmiş deprem haritasına şöyle bir bakmak bile bu gerçeği anlamaya yeter. Bugüne değin çok acı depremler yaşadık. Her depremden sonra şapkamızı önümüze koyup düşünmek varken, aynı acıları bir daha yaşamamak için gerekli önlemleri bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ışığında, bir plan dâhilinde, aşama aşama hayata geçirmek varken biz her seferinde acının küllenmesini bekledik. Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, geride kalanlarına başsağlığı diledik. Elbette iyi dileklerde bulunalım, ama ya sonra? İşte bizim büyük çaresizliğimiz “ya sonra?”dan itibaren başlıyor. Depremden önce gerekli önlemleri almadığımız, alamadığımız için belki de bir gün bize mezar olacak evlerimizde rahat uyku uyuyamıyoruz.  Deprem öncesi çaresizliğimize deprem sonrasının o büyük çaresizliği ekleniyor her geçen gün. Günbegün artan, katlanılması zor, kaygı verici bir çaresizlik bu.

Büyük bir çaresizlik içerisinde -korku filmlerindeki gibi- yaklaşmakta olan bir büyük depremi bekleyen dünyanın gözbebeği bir mega kent -bir gece olsun- rahat uyku uyuyamıyor, en ufak bir sarsıntıda tavandaki avizeye bakıyor…

Son söz: Deprem gerçeğimizin bilincinde olmak kaydıyla, 6 ve 20 Şubat 2023’te birbiri ardına meydana gelen depremlerde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, geride kalanlarına başsağlığı diliyorum. Depremden hemen sonra varıyla yoğuyla büyük bir dayanışma örneği sergileyen aziz milletimize sabırlar diliyorum. Bir daha böyle acılar yaşanmasın istiyorum ama bu benim elimde değil… Hiç olmazsa, bugünden yarına, olası depremlere daha hazırlıklı olalım istiyorum… Çok şey mi istiyorum…

 

2.

Son bir ders:

Bu son ders, birkaç tipik örnek eşliğinde, konu ile ilgili siyasetçilere… Gerçi onlar eleştiriye, ders almaya pek alışık değiller ama olsun; söz konusu olan “deprem gerçeğimiz” olunca, ben yine de kamuoyu önünde onların eksikliklerini, yetersizliklerini, tutarsızlıklarını bir-iki tipik örnekle sergilemek isterim. Şöyle ki:

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki geçtiğimiz ay 9 Ağustos 2023 tarihinde katıldığı bir medya buluşması programında şu çılgın “Kanal İstanbul” projesinin hayata geçirilmesinin ne kadar “elzem” olduğunu anlatabilmek için projeye daha önce kimselerin aklına gelmeyen yeni bir boyut kazandırmış. Bakanın projeye kattığı “rasyonalite” kıvamındaki bu “orijinal” boyut ajans haberlerine şöyle yansıdı:

“Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, olası bir İstanbul depreminde, Kanal İstanbul projesinin kentten tahliyeleri kolaylaştıracağını belirtti.”

Güzel. Şu çılgın Kanal İstanbul projesini şöyle kısaca bir anımsayalım:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "hayalim" dediği çılgın proje, ilk olarak 2011 yılında gündeme geldi. Projenin kamuoyuna açıklanan “gerekçe”sinde özetle İstanbul Boğazı'ndaki gemi tonajlarının artması, gemi boyutlarının büyümesi, riskli keskin dönüşler, kuvvetli boğaz akıntısı, kent içi deniz trafiğiyle kesişen gemi trafiği ve akaryakıt gibi riskli maddelerin tehlike saçması yer almıştı. Öyle ki, o zamanlar kamuoyunu projeye “inandırmak” için  ne zaman bu proje raftan indirilip kamuoyunun gündemine getirilecek olsa Boğaz’da irili ufaklı gemi kazalarında “artış” yaşanırdı. Bunun üzerine değerli yorumcular tv kanallarında gece yarılarına dek projenin ne kadar “elzem” olduğunu savunurlardı. Aradan epey zaman geçti ama proje “bir vesileyle” şimdi raftan indirilse yine gemi kazaları haberlerinde artış olur! Projenin bir de yalnızca “ilgilisi”ne hitap eden bir “artı”sı vardı. Projeye göre, Kanal İstanbul ile depreme dayanıklı, yatay mimarinin esas alındığı üç “butik” şehir planlanmaktaydı. Tahmin edeceğiniz üzere, “depreme dayanıklılık” dolgusu, gerekçeye 6 Şubattan sonra eklendi. Amaç, elbette, kamuoyunu projeye “hazırlamak”, yöneltilecek eleştirileri “şimdiden” göğüslemek!

Görüleceği üzere, 2011 yılından bu yana proje kamuoyu önünde tartışılırken Montrö Boğazlar Sözleşmesi dâhil, her yönüyle enine boyuna tartışıldı. 6 Şubat öncesinde, yaklaşan İstanbul depremi boyutuyla da tartışıldı. Ama o tartışmaların odağında; açılan yapay kanalın yeni bir depremi tetikleyip tetiklemeyeceği, açılan bu suyolunun deprem ânında hasar görüp görmeyeceği, etrafındaki “butik” yerleşim yerlerinin deprem ânında güvenli olup olmayacağı vb. hususlar vardı. “Olası bir İstanbul depreminde, Kanal İstanbul projesinin kentten tahliyeleri kolaylaştıracağı” gerekçesi, onca yıldan ve onca tartışmadan sonra, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki’nin aklına gelen “orijinal” bir fikirdir. Tamamen “yerli ve milli”dir. Her türlü çalıntıya karşı derhal koruma altına alınmalıdır!

Demek ki herkesi etkileyebilecek böylesi devasa “çılgın” projelerin “gerekçe”si konjonktöre göre değişebiliyor. Boğaz trafiğindeki artış, irili ufaklı boğaz kazaları yeterince “ikna” edici bulunmazsa, bu kez devreye -hazır ülkemizde bir büyük deprem felaketi de yaşanmışken- bir bakanın ağzından tamamen “akla ziyan” orijinal bir “fikir” olarak “depremde tahliye yolu olur” tezi ileri sürülebiliyor!

Bu “son ders”te açıkça belirtmek isterim ki devlet katında bu ciddiyetsizlik, bu akıl ve bilimdışılık, bu “cin” fikirlilik, bu “rasyonellik” adı altında “irrasyonellik” sürdükçe ne son yaşadığımız büyük depremlerle gereğince baş edebiliriz (nitekim baş edemiyoruz), ne de bundan sonra yaşanacak depremlerle! Allah göstermesin, yine feryat figanla baş başa kalırız!

Bir de şu Kanal İstanbul adlandırması var: Nasıl ki “Çanakkale Boğazı”na Boğaz Çanakkale demiyorsak, “İstanbul Boğazı”na “Boğaz İstanbul” demiyorsak, “Marmara Denizi”ne “Deniz Marmara” demiyorsak, -eğer yapılırsa- “İstanbul Kanalı”na da -daha şimdiden- “Kanal İstanbul” dememeliyiz.

 Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki’nin bu “cin” fikirliliği sadece bu akla ziyan gerekçeden ibaret olsa yine iyi, ama bununla sınırlı değil ki sayın Bakan’ın cinlikleri.

Hatırlarsınız, Mehmet Özhaseki, seçimlerden sonra, Cumhurbaşkanı’nın tensipleriyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği bakanlığına getirildiğinde, görevin getirdiği “tezcanlılık”la, 11 Haziran 2023’te şöyle bir açıklama yapmıştı:

"Depremden etkilenen 11 ilde afet konutlarımız hızla yükseliyor. İnşallah söz verdiğimiz gibi 300 binden fazla konutu bir yıl içinde, ondan sonra 1,5 ve 2 yıla kalmadan da diğer bütün konutları bitirip herkesi evlerine kavuşturacağız. Deprem bölgesi için üzerinde çalıştığımız yeni formüller var, kabine toplantımızda Sayın Cumhurbaşkanı'mıza arz edeceğim. O formüller devreye girdiğinde, depremzede kardeşlerimizin evlerini çok daha kısa sürede bitireceğiz. Hiçbir vatandaşımızı mağdur etmeden, güvenli ve sağlam konutlarına kavuşturacağız."

Ben şahsen Özhaseki’nin kendine has “formüllerini” halen merak ediyorum. Açıklansa sayın Bakan’ın değerli, “orijinal” formüllerinden belki biz de yararlanırdık. Ama bir yandan da zaman hızla ilerliyor. Özhaseki, ilk etapta 300 binden fazla konutun bir yıl içinde (yani en geç 6 Şubat 2024’te), yani şunun şurasında en geç 5 ay sonra bitirilip hak sahiplerinin evlerine oturacağından bahsediyor. Böylesine büyük bir konut yapım işinin bir planı, programı, proje yönetimi olur. Hadi sayın Bakan’ın aklına gelen orijinal formülleri bilmiyoruz, bari, bitime 5 ay kalmışken 300 bin konutluk yapım işinin proje takvimini bilseydik! Takvime göre ileride miyiz, geride miyiz, bari onu bilseydik. Bunu kim biliyor? Hiç kimse!

“Ondan sonra,” diyor sayın Bakan, “1,5 ve 2 yıla kalmadan da diğer bütün konutları bitirip herkesi evlerine kavuşturacağız.” Bu devasa yapım işi “projesi”nin de çoktan başlamış ve halen sürüyor olması gerekir. Çünkü zaman hızla ilerliyor. Yarın bir gün sayın Bakan’ın o dediği 1,5-2 yıl gelir, kapımıza dayanır. Bu projenin de takvimini, ilerleme durumunu bilmiyoruz, bilemeyiz. Yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre şu an görünen manzara şu: Bir yandan ihaleler, ardından temel atma törenleri yapılıyor, öte yandan da “çalışmalar devam ediyor”.

Ayrıca, toplu konutlar inşa etmek ayrı şey, yeni şehirler kurmak ayrı. Bu ayrımı, Kayseri’deki büyükşehir belediye başkanlığı dönemindeki icraatlarından tanıdığım Mehmet Özhaseki’ye anlatmak kolay değil ama ben yine de “son bir ders” olarak bunu burada belirtmiş olayım.

Plansız, programsız, oraya buraya gelişigüzel toplu konutlar yaparak yeni kentler kurulamaz. Geçmiş medeniyetlerin hiçbiri böyle kurulmadı. Hepsi de doğal hayatla uyumlu olacak şekilde bilimle, kültürle, sanatla kuruldu. Kent kurmak, inşaat işlerinden çok daha fazlasıdır. Her şeyden önce bir tasarım ve tasavvur işidir. “Bu kafa”yla ne şimdiki depremin yaraları sarılabilir, ne de gelecekteki depremlerin acıları hafifletilebilir. Kaldı ki planı, projesi, proje yönetim planı, ilerleme durumu şeffaf bir biçimde kamuoyuna ilan edilmeyen toplu konut yapım işleriyle süreç tam bir belirsizliğe sürüklenir, zamana yayılır. Mehmet Özhaseki’nin takvimine göre 300 bin konutun tamamlanıp hak sahiplerine teslimine şunun şurasında en fazla 5 ay kalmışken halen çadırda kalan, yurtlardan çıkarılıp başını sokacak kiralık ev arayan veya aylardır yakınlarının yanında bir sığıntı gibi yaşayan depremzedelerin varlığı izaha muhtaçtır. Bu yaman çelişkiyi ancak “cin” fikirli birisi izah edebilir!

Kafalara iyice sinsin diye son dersin bu bölümüne daha geçenlerde, 27 Ağustosta, yapılan vahim bir açıklamayı eklemek isterim. Şöyle ki:

Bilindiği gibi yapımı öncesinde uzmanların uyarılarına rağmen Amik Ovası’na inşa edilen Hatay Havalimanı 6 ve 20 Şubat depremlerinde hasar görmüştü.  Deprem sırasında havalimanın zemininde çatlaklar oluşmuş ve bu nedenle pistler kullanılamaz hale gelmişti. 27 Ağustosta Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu (Karayolları eski genel müdürü), herkesi şaşırtan bir açıklamayla havalimanının aynı yere yeniden yapılacağını duyurdu. İlk yapım sırasında uzmanların görüşleri dikkate alınmamıştı, şimdi de alınmıyor. Demek ki aynı hayatı iki kez tekrarlamak ancak tahsille mümkün oluyor.

Konunun deprem sonrası arama-kurtarma çalışmalarının selameti bakımından da önemi var. Hatırlanacağı üzere, depremlerde en az 22 bin kişinin hayatını kaybettiği Hatay'a yönlendirilen arama kurtarma ekipleri, havalimanının kullanılamaması nedeniyle hayati öneme sahip o ilk kritik saatlerde şehre ulaşamamış, çalışmalarına başlayamamış ve ne yazık ki bu durum can kayıplarının artmasına sebep olmuştu. Ayrıca, Amik Ovası’na yapılan havalimanını 2009 ve 2014 yıllarında iki kez sel basmıştı.

Devlet katında kimsenin yaşananlardan ders çıkarmaya niyeti olmayınca, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu da, hiçbir “beis” görmeksizin, Hatay Havalimanı projesinin aynı yerde yapacağını açıklayıverdi. Sayın Bakan Yenişafak gazetesine verdiği röportajda “Hatay’a havalimanı projesi yaptık. Şimdi hızlıca ihalesini yapıp havaalanını yeniden yapacağız. Maalesef projeyi aynı yere yapacağız. Çünkü başka bir yer yok orada" demiş. Bununla da yetinmemiş. Sözlerine şunları da eklemiş: "Rize'deki ve Ordu, Giresun'daki havaalanı yaklaşımıyla denizin içerisine nasıl yapmışsak burada da Amik Gölü'nün içerisine aynı mantıkla yapacağız.” Korkutucu, ürkütücü olan şey bu sözlerin kendisi değil. Korkutucu, ürkütücü olan şey bu sözlerin, herhangi birisi tarafından değil, sorumluluk sahibi bir sayın bakan tarafından sarf edilmiş olması!

Bugüne dek hayatta çok şey duydum, çok şey gördüm, ama bir havalimanı projesinin, işin sahibi konumundaki bir sayın bakan tarafından “maalesef” denilerek “takdim” edildiğini ne duydum, ne gördüm. Tam bir skandal!

Bu örnekler de gösteriyor ki başta devlet katındaki siyasiler olmak üzere herkesin 6 ve 20 Şubatta yaşadığımız bu şiddetli depremlerden alacağı dersler var. Ancak, yine bu birkaç örnek açıkça gösteriyor ki özellikle devleti temsil konumundaki siyasiler henüz bu dersleri almış değil, alacak gibi de görünmüyor! Bu plansızlık, bu liyakatsizlik, bu bilimdışılık, bu öngörüsüzlük böyle sürüp gittikçe depremlerde, sellerde, yangınlarda, başka doğal afetlerde daha çok canımız yanar…

Bu “zihniyet” orada öylece durdukça ne bu depremin yaraları sarılabilir, ne de gelecekteki depremlerle baş edilebilir. Görünen köy kılavuz ister mi?

Yazı ve yayınlara ulaşmak için...