ibrahim@ibrahimberksoy.com.tr

Kimsenin Kimseye Gözü Değmiyorsa, Şiir Niye?
16 Kasım 2021, Salı
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?
Haydar Ergülen'in şiiri bağlamında şiirin inceliklerine dair yazılar...Haydar Ergülen'in şiirlerini okuma pratiğimi yansıtan bir yazımla bu sayıya katkıda bulunmaya çalıştım:
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?

"Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?"

Haydar Ergülen’in Güzelim Şiir Dünyası

Haydar Ergülen Şiiri için yazılabilecek en iyi cümleyi sanırım İlhan Berk yazmış: “ “Kırk Şiir ve Bir”i okuyarak sokağa çıkan biri biraz da olsun dünyada yeni bir şeylerle karşılaştığını anlar”

Ben de bu yazımda Haydar Ergülen’in özellikle “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirlerden yola çıkarak sokakta karşılaştıklarımdan söz edeceğim.

Haydar Ergülen’in “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirlerini, “Açık Mektup” parantezinde “Haziran,Tekrar” adıyla yayımladığı gazete yazıları ile birlikte okumak gerek. Çünkü bu gazete yazıları bir anlamda “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirlerin geri planını yansıtıyor. Bu okumalara, eş zamanlı olarak, bir de “Hafız” takma adıyla yayımladığı“Hafıza”daki  şiirleri  eklerseniz eşsiz bir okuma şöleniyle karşılaşırsınız. En azından ben böylesi güzel bir okuma şölenini yaşadım ve çok keyif aldım.

“Kırk Şiir ve Bir”deki dizeler hayatımızın öyle ince, öyle derin ve fakat öyle unutulmuş inceliklerini kucaklıyor ki bu dizeleri okuyup da başka şiirseverlerle paylaşmamak mümkün değil. Hayatta öyle dizelerle/şiirlerle karşılaşırız ki böylesi dizeler/şiirler üzerine öyle enine boyuna paragraflar yazmak gerekmez; okumak ve okunan şiirin - ve gerisindeki şairin- dünyasına kendimizi bırakmak yeterli. Böylesi dizeler/şiirler belki de hayatın içinden süzülüp geldiği ya da hayatın olgunlaştırdığı dizeler/şiirler olduğu için bizleri –en azından beni- sanki bir mıknatıs gibi şiirin büyülü dünyasına çeker. Şiir okumayı güzelleştiren ve hayatın inceliklerinden birisi haline dönüştüren de işte bu büyülü şiir dünyası değil midir?

Haydar Ergülen, “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirlerinin tümünde, zarif bir  yaklaşımla, şiiri,  önceki dizelerden ayrı duran bir son dizede yoğunlaştırmış. Bu son dizeler, kendinden önceki dizeler bloğunu deyim yerindeyse "tartmış". Kitaptaki kırk şiiri ise "heves" adlı tek dizelik bir son şiirde yoğunlaştırmış. O tek dize de, anlaşılacağı üzere, diğer kırk şirin son dizelerinin hem bir özeti hem de yoğunlaşmış hali...Bu güzel dizeyi ben  yalnızca bu kitabın değil, belki de genel olarak "Haydar Ergülen Şiiri"nin derin bir özeti ve ana fikri olarak okudum:

"Kırk şair birden olsam, yazamam bir hevesi"...

 “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirleri okuduğumda beni sarıp sarmalayan ilk duygu “tatlı bir şaşkınlık” oldu. Buna, şaşkınlığın ötesinde “sarhoşluk” bile denilebilir. Haydar Ergülen'in bu kitabında okuduğum kırk şiiri ve sonraki bir dizesi sanki hayatıma açılan yeni bir pencere, yeni bir balkon, giderek yeni bir avlu oldu... Giderek  sokak, cadde, mahalle, kent ve ülke oldu...

 "Karamela", “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirlerin ilkidir ve tadına vararak okunduğunda çocukken ağızda eritilen karamela şekerinin tadını verir. Şu dizeler bu şiirden:

"Yanık şekerim sert, hayatsa daha berbat,

ikisinin de aynı kâğıttan çıktığını unuturdum

unutmasına da, ben tuttum birini sevdim,

hayatı nasıl sevdiysem onu da öyle sevdim:

Tarçın Kokulu Kız, Carmen, Ay Carmela..."

 Haydar Ergülen bu şiirinde okuru bir zamanların eski dükkânlarında, tuhafiyecilerinde ve kapı kilidini ne tatlı sözlerin ne de iyi huylu şiirlerin açabildiği karamela dükkânında gezdirdikten sonra bu özlem dolu ve buruk gezintilerin ardından  şu hayat bilgisini çıkarıyor:

"Şimdi yanık şekerim sert, hayat ondan da dert,

ben zaten tiryakiyim, ayrılık aşktan da berbat!"

 Tüm bu dizelerden sonra, şiirin özeti niteliğindeki bir son dize:

"Ah karamela, şekerim, aşk tatlı da insanlar berbat!"

 Haydar Ergülen'e aşkı korumak ve savunmak adına hayata ve geçen zamana sitem dolu bu son dizeyi yazdıran "geri-plan"ı merak ediyorsanız “Haziran,Tekrar”ın 46. Sayfasını açıp "Karamela, şekerim" adlı denemeyi okumanız gerekecek. Aşk ve şiir üzerine yazılmış bu güzel deneme, gelip bir başka hüznün sınırlarına dayanıyor ve şaire daha önce yazdığı son dizeyi bir başka duyarlıkla şöyle yazdırıyor:

"Ah karamela, şekerim, şiirler iyi de  şairler berbat!"

 "Mavi"nin Haydar Ergülen'in şiir ve algı dünyasında ayrı bir yeri var. Bunu nereden mi biliyoruz? Kırk Şiir ve Bir'in ikinci şiiri "Mavi" den. Şiirin adı "mavi" ama ben bu şiiri "mavi şiir" olarak okudum. Denizin maviliğinden söz açtıktan sonra şu dizeyi okudum o şirden:

"bir özletip bir geri çekiyordun denizlerini!"

Yakınlaşmayı bilmek kadar uzaklaşmayı da bilmek gerek. Dalgaların çekilişi, yağmurun buharlaşması, bulutun ağlaması gibi...Bu şiir bende bu duyguları çağrıştırdı. Şu dizeleri birlikte okuyalım mı:

"Usul usul inandım güzelliğin hatırına yağan

yağmurun üstümüzde hakkı vardır, inandım

uzak bir mavi kızın gözlerindeki bulut

burada içimize yağacaktır, inandım, mavi

bir yağmurluğun da olsa şiirden ıslanırdın!"

Ve şiirin son dizesi:

"Bazı şiirler de bekleyemiyor yağmurun dinmesini!"

 Haydar Ergülen'in şiirlerindeki "mavi"nin geri-planını anlamak için “Haziran,Tekrar”ın sayfaları arasında dolaşmak gerek. Örneğin "fazla mektup" adlı denemenin girişindeki şu soruyu "alıcı gözle" okumak, okuyup hissetmek gerek: "sizde fazla mavi var mı, fazla bir gökyüzü, fazla bir cumartesi , fazla bir gülüş? Sizde fazla bir hayat var mı?"  Yine mektuplar üzerine yazdığı bir başka denemesindeki şu cümleyi de bir önceki cümleyle birlikte okumak gerek: "Bazı mektuplar şiirden ıslanır, bazı mektuplar aşkla ıslanır. Bu mektup hem sıcak, hem mavidir."  Haydar Ergülen'in dilindeki ne güzel bir "mavi"dir ki ona  şu dizeleri yazdırır:

"sana bir gömlek dikeceğim sulardan mavi"

 Bir de Haydar Ergülen'in "mavi" ve "siyah"ı karşılaştırdığı "mavi üstüne siyah" adlı denemesi var.  Özellikle "Mavi Çarşı"  yangını sonrasındaki duyarlıklarını konu edindiği bu denemesinde Haydar Ergülen bir şair duyarlığıyla, yaşanılanları ve bu yaşanılanların gerisindeki "zihniyet"leri terazinin "mavi" ve "siyah" kefelerine özenle ve bilinçle yerleştiriyor: "Cumartesi mavidir, alçaklık siyah(...) Hayat mavidir, korku siyah(...) Şiir mavidir, haberler siyah. Hayaler mavidir, gerçekler siyah(...) Yazı mavidir, sessizlik siyah(...) Şimdi karşı koymak mavidir, susmak siyah(...) Mavinin yanında siyahın hükmü nedir ki? Yeter ki kararmasın halkın yüzündeki aydınlık, gözlerindeki gökyüzü."

 Buradan Haydar Ergülen'in hangi şairleri hangi renklere benzettiğine gelmek sanırım hoş bir geçiş olur. Harfler ve sayılar tutkunu İlhan Berk benzer bir yaklaşımı "hangi harfler hangi şairlere benzer" adlı bir yazısında yapmış (İlhan Berk, Kült Kitap, Defter 1994, sayfa 278, Yapı Kredi Yayınları). Bakın Haydar Ergülen'in "kahverengi ve kıyıda" adlı denemesinde hangi şairler hangi renklere  benziyor: "Tanıdığım şairlerin, zamanla bende bir renk olarak yaşadıklarını hissettim: Cemal Süreya mavidir, Turgut Uyar sarı. Tanımadım ama Oktay Rifat'ın yeşil, Sabahattin Kudret Aksal'ın kahverengi olduğunu düşünüyorum. Renk yakıştırmaya ne zaman başladığımı kestiremiyorum ama yalnızca şiirlerinden çıkarmadığımı biliyorum bunu, Behçet Necatigil griyse, bunda evin şiiri kadar sigarasının uzayan külü de etkilidir mutlaka."

 Şairler arasında böylesi etkilenmeler güzeldir. Edip Cansever'in o ünlü "yerçekimli karanfil" şiirinde olduğu gibi bir karanfil elden ele dolaşır. Bu tür etkileşimlerle ilgili olarak İlhan Berk, yukarda andığım Kült Kitap'taki   1958 yılı Defterine "etki üzerine" başlığıyla şunları yazmış: "Yeryüzüne, yeryüzündeki kurda kuşa bakmak, onlarla haşır neşir olmak, yaşamak, benim için nasıl tutku olmuşsa, dünyada yazılan her şeye bakmak, onlarla alışverişe gitmek de, benim bitmez tükenmez tutkum olmuş gibi gelir bana. Böyle dünyaya açık biri etkilenmez de ne yapar? Bu yüzden etkiden hiç korkmadım, dahası, bıraktım kendimi : Oltaya takılanlara baktım, işime gelenleri aldım, geri kalanını attım. Bir gün Walt Whitman'la , onun şiirleriyle karşılaştığımda, onları ben yazmışım gözüyle baktım. Onu benim tarlama girmiş buldum. Benim bu yeryüzü yolculuğum hep böyle ozanlarla olagelmiştir." Haydar Ergülen de İlhan Berk'inkine benzer bir duygulanımla, "Ölüm Kısa Cemal'im" adlı denemesinde, güzel bir anlatımla,  Mehmet Taner'in "Cemal Süreya'yı Özlemek" adlı şiirini kendi şiiri gibi benimseyip Mehmet Taner'e "şiirim" diye okumasının hikayesini anlatır. Denemenin başlığı da zaten Mehmet Taner'in bu şiirinden alınmış.

 Haydar Ergülen,  “Kırk Şiir ve Bir”deki şiirlerinde  kendine yakın bulduğu şairlere güzel, zarif  göndermelerde bulunuyor. Bu göndermeler öylesine içten ve dolaysız ki  zarf içindekini hemen çağrıştırıyor. Komşu şiirinde "Oh! Ruhum ısındı gövdelerin komşuluğundan!" dizesini okuduğumda  Cemal Süreya'nın "yırtılan ipek sesini" hissettim yanıbaşımda.  "Durgun" şiirinde "ağırdır evin sözleri, yüzyıllardır hiç söylenmemiş gibidir, hiç güngörmemeiş gibidir"i düzyazı gibi bir solukta okuduğumda hemen aklıma evlerin ve "kırık inceliklerin şairi"Behçet Necatigil geldi; aynı şiirin son dizesini okuduğumdaysa bir an için  İlhan Berk'i düşündüm, bir de Ece Ayhan'ı: "Evin tabiatı eşyadan da aykırıymış hayata!"  Ya  "Haziran" şiirindeki Edip Cansever'e gönderilen ince selam:

"tam duyuldu duyulacak derken yalnızlığın

sesi aşktır, açılır bir şiirin her yerinde:

- Yalnızlık kokuyorsun demiş miydi Edip Bey,

öyleyse haziran kokuyorsun demiştir bir de

şunu: Bir anıya bir başka anıdan ne

 kalır, elbet aşkın ortasında haziran kalır!"

 Şiirin son dizesi ne kadar güzel:

"Hazirandır, yalnızlık gibi aşkın ortasındadır."

 Buradan, pek çok bakımdan diğer şiirlerden ayrılan "Kupon" şiirine gözüm takılıyor ve bu şiirdeki derin hüzün ve "beyhude çaba" beni de hüzünlendiriyor. Bu şiiri kendi kendime okurken sanki geri- planda "bir çağ yangını"nı duyumsuyorum. Yine bir düzyazı gibi duraksamadan, soluksuz okuduğum dizelerdi şunlar:

"Ne yedek yerine geçiyor dize, ne biriktirilince şiir solgun bir gül oluyor, hem gül de biriktirdiği yok kimsenin kimseye, "Ben oraya koymuştum almışlar"(*) dersiniz şiire gül gerekince!" Has şiir okurları için, şiirde geçen  "Ben oraya koymuştum almışlar" dizesinin yanına bir (*) koyup "Behçet Necatigil'in "Nilüfer" şiirinden" diye açıklama yapmak gerekmezdi elbette, ama bu vesileyle Necatigil'in Nilüfer adlı nefis şiirinin anımsanıp  okunması da az kazanç sayılmamalı.

Haydar Ergülen şiirinin son dizesinde meramını apaçık anlatmış:

"Kupon aşklar için bu şiiri kesiniz!"

 Az önce sözünü ettiğim  "bir çağ yangını"nı ben en çok Haydar Ergülen'in "kül-kardeşlerim" dediği "Metin!" ve "Behçet!"  için yazdığı şiirleri okurken duyumsadım. Metin Altıok için yazdığı "Metin!" adlı şiiri ne güzel dizelerle başlıyor:

"Bu şiir bir şeye benzeyecekse en çok

unutulmuş bir şehre benzesin isterim"

Ve sonra şu dizeler:

"Bir sebebi varsa bu şiirin, kurtarsın

isterim yüzümüzden hayat denen maskeyi,

bıraksın ömrümüze şiirini de bir avunmalık,

keder gibi çıplak "Küçük Tragedyalar"ın!

Bu şiir bir yağmuru çağıracaksa, kül

şiire düşmeden seni çağırsın isterdim:"

Ve harika bir son dize:

"Tenha dilde sevdiğim, Metin abi, şairim!"

 Bu şiiri ve özelikle şiirin son dizesini okuduğumda anladım ki belki de hiçbir şair bir şairi ve onun dizelerini bu kadar çok, bu kadar şefkatle sevmemiştir. Bu şiiri okurken, Haydar Ergülen'in “Haziran,Tekrar”da sık sık alıntıladığı, Gülten Akın'ın  "Anneler İlahisi" adlı şiirindeki şu dizeleri geldi aklıma:

"Anneler olmasa kim kimi severdi

saklı tutun o insanı insana bağlayan güvenci

yollar boyu, eskitilmiş alanlarda

solgun bir bedeni gezdirmedin Metin'in annesi"

Gülten Akın da bu dizeleriyle beni tuttu Haydar Ergülen'in anlattığı bir çağ yangınından alıp bir başka çağ yangınına götürdü. Bir başka "Metin!"in, Metin Göktepe'nin  ve onun güzel annesinin yürek acısına ortak etti. İçimdeki çağ yangınlarını dindirecek su niyetine bir dize, bir şiir aradım antolojilerde;  bulamadım!

 Metin Altıok için yazdığı şiirin  hemen ardından Haydar Ergülen Behçet Aysan için de "Behçet!" şiirini yazmış. Şu dizeler bu şiirden:

"Yağmur dindi" şairim, tabip değil misin

sen akıl ver bana: Bu acı hangi

arkadaşlığın gölgesine çekilir şimdi,

ve hangi şiire sığar külün kimsesizliği?

"Yağmur dindi" ve sen üstlendin yine

kardeşiyle kül olan bir ülkenin sessizliğini,

bir elem doktoru üstlenirdi bu acıyı elbet:

iyisiniz değil mi ruh verdiği şiirler?"

Ve sımsıcak bir son dize, sanki sıcacık bir gülüş:

"Bir adın Safa'ymış meğer, güldün mü Behçet?"

 Haydar Ergülen, “Haziran,Tekrar”daki "kül-kardeşlerim!" adlı denemesinde Metin için, Behçet için ve diğerleri için şunları yazmış:

"Yani Asım, yani Metin, yani Behçet, yani Uğur, Hasret, yani hepsinin adı uzun sürecek 37 Kül-Kardeş."

"Gelecek uzun değil artık, biliyorum, geçmiş uzuyor. Geçmiş uzun sürdükçe kül de uzayacak, uzun sürecek. Geleceği yaktıkları doğru da geçmişi yakamadılar, kül bu yüzden uzun sürecek. Nereye kadar? Kül şehri diye anılan bir şehre yeniden gidinceye kadar."

 Kitaptaki "Cumartesi" şiiri sanırım şairlerle, şiirlerle, kişilerle, geçmişe özlemle, ince duyarlıklarla, kısacası hayatla güzel, içten ve dolaysız etkileşimin en güzel ve en başarılı örneği; ve sanki Haydar Ergülen'in bu şiiri tüm bu duyarlıkların sözcüsü. Şu dizeler bu şiirden:

"Arkadaş Z. Özger'in "Zeki Müren'i seviniz" dediği

o nezahetli hüzünle sevdim hem Ali Ekber Çiçeği,

hem Neşet Ertaş'ı gönül dağını yıksa da kalbime!"

Ve şiirin sondan bir önceki dizesi:

"Çok özledim Selim İleri'nin "Cumartesi Yalnızlığı"ndaki yerimi,"

Sonra tüm şiiri taşıyan son dize:

"Tanrı aşkına biraz merhamet, biraz mavi, biraz da Cumartesi!"

Tüm bu özellikleri dolayısıyla bu şiiri baştan sona okumak  inanın gerçek bir şiir okuma şöleni.

 Bu okuma şöleninin bir başka boyutu da Haydar Ergülen'in aylar, mevsimler ve uzak kentler üzerine yazdığı şiirler... Kırk şiir ve Bir'de dört mevsim ve neredeyse on iki ay üzerine öyle güzel dizeler var ki okuyunca insanın gözleri önünde tüm renkleriyle capcanlı doğa ve insan manzaraları, bir de kent manzaraları  beliriyor. Daha önce sözünü ettiğim  "Haziran" şiirinde bakın aylar nasıl dans ediyor:

"Şimdiden teşekkürler bir anıyı böyle

dayanıklı kılan iyiliğine, aşkın

ve haziranın trenini kaçırma, ocakta

ateşçisi ol ve öv onu, hızlı geçen

şubatta yavaşlığına bak kırların, martta

makas değiştir, istasyonda bekleyen çocuğu

benim için öp, o senin çocukluğun!

Mayısı havalandır, sonrası hazirandır..."

 Ya yılın ikinci yarısı? Bunun için şairin "Eylül" şiirini ve diğer şiirlerdeki aylara, mevsimlere yapılan göndermeleri okumak gerek. Örneğin o şiirdeki "bir gecede gittimdi hazirandan eylüle" dizesini...Uzak kentler için ise "Prag" şiiri başlı başına bir şölen... "Prag",  sanki tüm uzak kentler için yazılmış harika bir şiir. Bu şiiri önce gözlerinizle, sonra da kendi sesinizi  kendiniz duyacak kadar yüksek sesle okuyun lütfen. Ben öyle yaptım ve dünyanın bütün uzak kentlerini dolaştım. Sonra isterseniz bu şiiri başkalarına da okuyun...Bu şiiri kendi kendinize okurken Haydar Ergülen'in çağımızın hız çılgınlığı karşısındaki itirazını ifade ettiği şu dizeyi lütfen atlamayın:

"Ulaşmak kolay şimdi kavuşmaksa zor"

Bir de şiirin son dizesindeki yoğunlaşmış özlemi ve gerisindeki "hız çağı" ile "hayal çağı" arasındaki hesaplaşmayı:

"Prag için iki hayal, siyah-beyaz olsun lütfen!"

 Kırk şiir ve Bir'deki "Sis" şiirini anmadan bu yazıyı bitirmek istemiyorum. Bu şiir benim şiir dünyama öyle yakın ki sanki bu şiiri kendim yazmışım gibi sevdim. Tıpkı Haydar Ergülen'in, Mehmet Taner'in "Cemal Süreya'yı Özlemek" adlı şiirini kendi şiiri kadar benimseyip sevmesi gibi. Haydar Ergülen'in "Sis" şiirini de tıpkı "Prag" şiiri gibi kimbilir kaç kez okudum. Şu dizeler bu şiirden:

"gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız

göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,"

sonra şiirin son dizesine güç versin diye yazılan sondan bir önceki dize:

"gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde"

Ve üzerinde durulması gereken son dize:

"Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?"

 "Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?"  Haydar Ergülen'in bu sorusu, daha doğrusu çığlığı karşılıksız kalmamalı. Bu sorunun ve dolayısıyla şiirin hayatta bir karşılığı olmalı; ya da soruyu Metin Eloğlu'nunOktay Rifat'a sorduğu gibi şöyle sormalı: "Şiir yazılmasa (şiir olmasa)  ne olurdu?" Oktay Rifat'ın bu soruya verdiği yanıt ne kadar güzel, ne kadar zarif, ne kadar şiirce ve ne kadar anlamlı: "Şiir olmasaydı, yaşama dediğimiz oluşun çarklarından biri eksilirdi. Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı" (Yeditepe, 1-15 Haziran 1959)

Yazı ve yayınlara ulaşmak için...