16 Ocak 2001 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin 7. sayfasında Marquez'in hüzünlü veda mektubunu okuduğumda elimde Şili'li romancı Isabel Allende'nin kaderin kızı adlı son romanı vardı. Allende'nin romanında anlattığı "altına hücum" günlerinde yaşanan umutsuz ve bir o kadar da tutkulu aşk öyküsü, daha ilk sayfalardan beri beni almış Marquez'in kolera günlerinde aşk adlı romanındaki bir başka umutsuz ve yine bir o kadar da tutkulu aşk öyküsünün dünyasına götürmüştü. Sanki aynı anda iki romanı birden okuyordum. İşte bu duygular arasındayken çıkageldi Marquez'in "Artık ölebilir miyim?" diye biten hüzünlü veda mektubu... Lenf bezi kanseri olduğu için sağlık durumu giderek kötüleşen ve bu nedenle sevdiklerinden, dostlarından uzaklaşıp "bir köşeye çekilme" kararı alan Marquez'in, mektubunda aktardığı tüm incelikleri ve onca yaşanmışlıktan sonra geriye şöyle derinlemesine son bir kez bakıp hayata ve dünyaya dair söylediklerini -mektubun alıcısı olarak- dikkatle ve hüzünle okudum. Marquez'in o cana yakın, içten mektubunu okuduktan sonra gazeteden mektubun bulunduğu bölümü kesip dörde katladım ve kitaplığımdaki kolera günlerinde aşk'ın arasına özenle yerleştirdim.
Marquez'ın "ilgilisine" yazılmış bu cana yakın, içten, yalın, sevecen ve hayat dolu mektubunu benimle birlikte okumak istemez misiniz:
"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.
Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.
Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
Tanrım, eğer kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim.
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.
Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.
Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek bir işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...Artık ölebilir miyim?"
Marquez'in -hayata- veda mektubunu okuduktan sonra katlayıp, özenle ceketimin iç cebine koyar gibi kitaplığımdaki kolera günlerinde aşk'ın arasına koyduğumda dilimde Jorge Luis Borges'in "anlar" adlı hüzünlü şiiri vardı. Türkçe'ye kimin çevirdiğini bugüne değin bilemediğim ama elden ele, dilden dile dolaşan; "85 yaşındayım ve ölüyorum" diye biten bu şiir, Marquez'in hüzünlü veda mektubuna her bakımdan nasıl da benziyor; bir mektup ve bir şiir birbirine ancak bu kadar güzel eşlik edebilir ve birbirini ancak bu kadar güzel tamamlayabilir:
"ANLAR
Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama
İkincisinde daha çok hata yapardım
Kusursuz olmaya çalışmaz…sırtüstü yatardım
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığı kadar çok az şeyi ciddiyetle yapardım
Temizlik sorun bile olmazdı asla, daha çok riske girerdim
Yolculuk ederdim daha fazla
Daha çok gündoğumu izler, daha çok dağa tırmanırdım
Daha çok nehirde yüzerdim
Görmediğim birçok yere giderdim
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye
Gerçek sorunlarım olurdu, hayali olanların yerine
Yaşamımın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben
Elbette mutlu anlarım oldu ama
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu
Farkında mısınız bilmem; yaşam budur zaten
Anlar, sadece anlar. Siz de "an"ı yaşayın
Hiçbir yere yanımda termometre, su, şemsiye ve paraşüt
Almadan gitmeyen insanlardandım ben
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır
Çocuklarla oynardım
Bir şansım olsaydı eğer
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum
Ölüyorum"
***
İçine Marquez'in veda mektubunu koyduğum Kolera Günlerinde Aşk romanı ile birlikte, kitaplığımın değişik raflarına dağılmış "Marquez kitapları"nı yerlerinden alıp yazı masamın üzerine koydum:
Kırmızı Pazartesi
Yüzyıllık Yalnızlık
Kolera Günlerinde Aşk
Labirentindeki General
Bir Kaçırılma Öyküsü
Şili'de Gizlice
Başkan Babamızın Sonbaharı
Aşk ve Öbür Cinler
Marquez'in bu kitaplarının yanına, okuduğumda çok sevdiğim Albaya Kimseden Mektup Yok ve Yaprak Fırtınası adlı kitaplarını da koymak istedim ama o an için kitaplığımın raflarında bulamadım. Kişisel okuma serüvenimde bir biçimde Marquez'in romanlarıyla ilişkilendirdiğim Isabel Allende'nin Eva Luna ve Kaderin Kızı romanlarını da yazı masamın üzerindeki "Marquez kitapları"nın yanına koydum. (Bu paragrafı yazarken, hoş bir anımsama olarak, sevgili Edip Cansever'in o ünlü şiiri "masa da masaymış ha" şiirini anımsamadan edemedim.)
Marquez'den ilk okuduğum kitap Kırmızı Pazartesi'ydi. Marquez'in "en iyi romanım" dediği bu roman, Ankara'da üniversiteye yeni başladığım sıralarda Zafer Çarşısı'ndaki Eylül Kitabevi'nden alıp okuduğumda, daha ilk cümlesinden başlayarak beni etkisi altına almıştı. O yılarda Marquez'in yazdığı romanların "büyülü gerçekçilik" akımının en parlak örnekleri olduğunu bilmiyordum; ama "Kırmızı Pazartesi"deki "büyülü atmosfer" beni hem çok etkilemiş, hem de Marquez'in roman dünyası —Yaşar Kemal'in romanlarının söylencelere dayalı masalsı dünyasını çağrıştırması nedeniyle— bir ölçüde bana "tanıdık" gelmişti. Daha sonraları "Kırmızı Pazartesi" romanının filme çekildiğini duydum ve hatta İstanbul'da Beyoğlu'nda sinemanın girişinde filmin afişini uzun süre seyredip, afişin önünde fotoğraf çekindim. Filmi izlemeyi o günden bugüne hiç düşünmedim. Nedense, filmi izlersem romanın benim üzerimdeki tılsımının yitip gideceğini düşündüm hep. Bugün de böyle düşünüyorum.
Bütün dünyada Marquez'in başyapıtı olarak tanınan Yüzyıllık Yalnızlık'ı çok geç okudum. Kitabın ilk cümlesi, tıpkı Kırmızı Pazartesi'nin ilk cümlesi gibi öyle etkileyiciydi ki bu ilk cümleyi uzun süre belleğimde gezdirdim. Seçkin Cılızoğlu'nun çevirisiyle Yüzyıllık Yalnızlık romanı şu cümleyle başlar: "Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı." Marquez'in bu derinlikli ve geniş bir zaman aralığını kapsayıcı cümlesini okuduğumda geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların bir cümlede nasıl bir araya gelebileceğini görmüş ve bu ilk cümleyi büyük bir nehir romanın davetiyesi gibi okumuştum. Marquez'in geçmiş ve geleceği şimdiki zamanın potasında erittiği "büyülü cümlelere" onun hemen her kitabında rastladım ve "büyülü gerçekçilik" akımının bu usta temsilcisinin yazdığı her roman beni adeta bir mıknatıs gibi kendine çekti. Marquez'in yukarda andığım "veda mektubu"nu okuyunca bir kez daha anladım ki Marquez'in biz okurlara anlattığı her şey, özünde, geniş, renkli ve çelişkilerle dolu büyülü hayatlara bilinçle dönüp bakmak ve gördüklerini gelecek perspektifiyle şimdinin diliyle anlatmakmış. Dünya edebiyatına birbirinden güzel romanları ardı ardına kazandırırken bir gün ölümcül bir hastalığa yakalanmış olmanın bilinciyle "artık ölebilir miyim?" diye biten bir veda mektubu yazacağını bilse ya da böyle bir olasılığı o an için aklına getirse bize anlatacağı başka hayatlar ya da hayata bakış açıları olabilir miydi diye düşünmekten doğrusu kendimi alamıyorum. Bu düşüncem elbette "fantezi"den öteye geçmez; çünkü ne diyordu Marquez mektubunu bitirirken: " Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek bir işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...Artık ölebilir miyim?"
Marquez'in mektubundaki bu son cümleden anladım ki insan hayata veda ederken, yaşamı boyunca edindiği duygu, düşünce ve birikimlerini de beraberinde götürüyor. Yaşadıklarını ve yaşayacaklarını bir çantaya kilitleyip - küçük ya da büyük - bir yıldız gibi kayıp gidiyor...Geride bırakılanlarsa, ömür karşılığında, hayata sunulmuş - küçük ya da büyük - birer armağan...
Kolera Günlerinde Aşk ise gerisinde olanca canlılığıyla Latin Amerika'nın geçit vermez dağlarının, yatağına sığmayan nehirlerinin, uçsuz bucaksız yağmur ormanlarının betimlendiği elli yıllık tutkulu bir aşkı anlatıyor. Marquez'in bu romanını da çıkar çıkmaz almıştım ve öğrencilik yıllarımın güzel heyecanıyla bir çırpıda okumuştum. Yıllar sonra Isabel Allende'nin son romanı Kaderin Kızı'nı okumaya başladığımda Kolera Günlerinde Aşk'ı okuduğum öğrencilik yıllarımın tatlı heyecanını anımsadım. Kaderin Kızı'nda gerisinde Şili coğrafyasının betimlendiği ve ondokuzuncu yüzyılın ortalarında keşfedilmeyi bekleyen California'nın "altına hücum" dönemlerinin bir film şeridi gibi geçtiği eli yıllık tutkulu bir aşk anlatılıyordu. Romanın, genç çırak Çinli Tao Chi'en'in, zong yi (Çin Tıbbının geleneksel yöntemleriyle hekimlik yapan kişiye verilen ünvan) olarak anılan bir bilge hekimin yanında usta bir zong yi oluşunun serüveninin anlatıldığı parlak sayfalar gerçekten etkileyici.
"Latin Amerika'nın kesik damarları"nın anlatıldığı yer yer trajik, çoğu yerde de traji-komik olaylar, Marquez'in her biri birer başyapıt değerindeki romanlarında yorgun generalleriyle, kayıplarıyla, kurtarıcılarıyla, bağımsızlık sevdalısı savaşçılarıyla, kendine özgü seçim demokrasilerinin ürünü başkanlarıyla adeta "büyülü gerçekçilik" perspektifinden çekilen canlı bir Latin Amerika fotoğrafına dönüşmüş. Birlikte okunduğunda biz okurlara Latin Amerika'nın ayrıntılarla dolu panoramik bir fotoğrafını sunan Labirentindeki General, Başkan Babamızın Sonbaharı, Bir Kaçırılma Öyküsü, Şili'de Gizlice romanları benim için bir anlamda Marquez'in büyülü gerçekçilik dünyasının bir panoramasıdır.
Hayata aşkla, sevgiyle, tutkuyla bağlılığın ürünü onca roman ve öyküyü aynı güzel duygularla; aşkla, sevgiyle ve tutkuyla okumuş olmanın ardından Marquez'in akıp geçen hayatta ne çok şey biriktirmiş olduğunu ve hayata veda ederken biz okurlara ne çok şey bırakmış olduğunu çok iyi anlıyorum.
***
Onca yaşanmışlıktan sonra, dönüp hem kendi yaşamıyla hem de "başka yaşamlar"la yüzleşmek ve bu yüzleşmenin sonuçlarını içtenlikle yazılmış bir "veda mektubu" aracılığıyla sevdikleriyle, dostlarıyla,hayatta tanıdığı ve tanımadığı başka insanlarla paylaşmak ve onlara mektubunda "Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim," diyerek teşekkür etmek ancak Gabriel Garcia Marquez gibi gönlü tüm insanları aşkla, sevgiyle, tutkuyla kucaklayacak kadar geniş yazarlara, sanatçılara yakışır. Çünkü onlar hayatı aşkla, sevgiyle ve tutkuyla her gün yeniden kurmaktadırlar. Hayata veda ederken de hüzünlü satırlarına içten içe yine aynı güzel duygular ve sevecenlik eşlik eder...
Bizim Cemal Süreya da hayata veda ederken, o çok sevdiği hayatla tıpkı Gabriel Garcia Marquez gibi aşkla, sevgiyle, tutkuyla yüzleşip, yaşamı boyunca üzerinden hiç eksik etmediği alaycılığıyla hem kendi hem de tüm hayatları özetlercesine, üstü kalsın'da, yaşadıkları hatırına, bizlere şu dizeleri armağan etmemiş miydi:
"Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir..
Üstü kalsın.."
(Yeni Yaprak, Sayı 13, Ocak 1990)
Gabriel Garcia Marquez'in aşkla, sevgiyle ve tutkuyla yazılmış cana yakın, içten, yalın, sevecen, hayat dolu ve fakat hüzünlü "veda mektubu", tertemiz bir zarfa konulup "ilgilisi"ne postalanmış eşsiz bir hayatla yüzleşme mektubudur.
Hem sonra, yerine ulaştıktan sonra hiçbir mektup gecikmiş sayılmaz, öyle değil mi?
***
Bu yazı bir şaka! Marquez, dostlarına böyle bir veda mektubu yazıp internette yayımlamamış. Ama internette böyle bir mektup dolaşmış ve 16 Ocak 2001 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin 7. sayfasına da konuk olmuş. Ben yine de bu mektubu - içinde barındırdığı kimi çelişkilere karşın - başkasının değil de Marquez'in mektubu gibi okudum. Marquez kuşku yok ki sevdiklerinden, dostlarından uzaklaşıp "bir köşeye çekilmek" yerine, lenf bezi kanserine yakalanmış olsa bile anılarını yazarak hayata bir başka bağlamda sıkıca tutunmayı yeğler; ayrıca, böyle bir "veda mektubu" yazacak olsa bile en azından mektubunu hem kurgu hem de anlam olarak Borges'in şiirine benzetme kolaycılığına kapılmazdı. Ama ne olursa olsun, çok sevdiğim bir yazar olan Marquez'e atfedilen mektubu okumak, geniş bir zaman dilimini kapsayan okuma serüvenimde bana Marquez'in romanlarını okuduğum Ankara'daki öğrencilik günlerimi anımsama olanağı verdi. Bu yazı, işte bu anımsamanın ürünü. Çoğu yerde melankolinin ağır bastığı ve bu nedenle Marquez'e haksızlık sayılabilecek bu mektubu, "melankolik bir hüznün" ötesinde, Marquez'in büyülü gerçekçiliğine yakınlaşma perspektifinden okuduğumda, doğrusu mutlu oldum ve bu tılsımın bozulmaması için metni Marquez'in mektubuymuş gibi okudum ve yazımı da böyle kurguladım.